ROMAN İNCELEMESİ (Yakup Kadri Karaosmanoğlu- Yaban)
“Dünyadan
elini eteğini çekmiş bir kimse için Anadolu’nun bu ücra köşesinden daha uygun
neresi bulunabilir? Ben burada diri diri bir mezara gömülmüş gibiyim. Hiçbir
intihar bu kadar şuurlu, bu kadar iradeli ve bu kadar sürekli ve çetin
olmamıştır. Daha otuz beşimize basmadan her şeyin bittiğini, işin tamam
olduğunu; aşkın, arzunun, ümit ve ihtirasın artık bir daha uyanmamak üzere
sönüp gittiğini kendi kendime itiraf etmek, bütün mutluluk ve başarı
kapılarının kapandığını söylemek ve gelip, burada bir ağaç gibi yavaş yavaş
kurumaya mahkûm olmak. Böyle mi olacaktı? Böyle mi sanmıştım? lâkin, işte böyle
oldu ve böyle olması lazımdı.
Mehmet
Ali bana Gel beyim, seni bizim köye götüreyim; buralarda, yalnız başına
sersebil olursun,” dediği vakit, bir Anadolu köyünün ne olduğunu bilmiyor
değildim.”
Yaban
romanı, Birinci Dünya Savaşına yedek subay olarak katılmış ve bir kolunu
savaşta kaybettiği için 32 yaşında emekli edilmiş Ahmet Celal isimli karakterin
günlük olarak tuttuğu yazılar şeklinde kurgulanmıştır. Ahmet Celal isimli
karakter; ekonomik durumu iyi, eğitimli bir İstanbul aydınını temsil
etmektedir. Mehmet Ali ise bu savaşa Anadolu’nun
ücra bir köyünden katılmıştır. Ahmet Celal emekli edildikten sonra Mehmet
Ali’nin teklifini kabul ederek onun köyüne yerleşmeye karar vermiştir. Roman,
Osmanlı İmparatorluğunun çöküş döneminde köy hayatının hazin tablosunu gözler
önüne sermektedir. Teknik gerilik, tarım ve üretim ilişkileri, geleneksel
inançlar, inanç sömürüsü ve köy hayatında ki sosyal ilişkilere dair önemli
mesajlar vermektedir. Romanda üzerinde durulması gereken en önemli nokta; Türk
aydını ile Türk köylüsü arasında ki uyumsuzluk ve çatışmadır. Ahmet Celal
karakteri gittiği köyde sosyal uyumsuzluk yaşamakta ve durumun sonucunda
oluşmuş olan yabancılaşmasını günlüğüne yazmaktadır. Ayrıca roman o dönemde Anadolu’da köylülerin
Milli Mücadeleye bakış açısını işlemektedir.
Ahmet
Celal gittiği köyde kendisiyle bu insanlar arasında büyük bir kültürel fark
hissetmiştir. Hatta bu farkı köylülerde hissetmiş olacaklar ki ona “yaban”
ismini takmışlardır. Burada esas mesele, bu iki yaşam tarzı, farklı
sosyo-ekonomik , sosyo-politik ve sınıfsal niteliği olan gruplar arasında ki
derin uçurum ve çatışmadır. Farklı iki
kutup içerisinde yer alan Türk aydını ve Türk köylüsü uyuşmamaktadır. Bir yanda okumuş, eğitimli bir İstanbullu
Türk aydını, diğer yanda Türk köylüsü. Peki bu farklar neden oluşmuştur? Kent
ve köy arasında ki bu derin boşluk neden ortaya çıkmıştır? Şu tespiti yapmak
zorunluluktur; Osmanlı İmparatorluğunun çöküş sürecinde, bir tarım toplumu olan
Osmanlı İmparatorluğunda toprak sistemi bozulmuştur. Bunu tarihsel kaynaklar
doğrulamaktadır. Köylü yoksulluğa, köyde ki üretim ilişkilerinin doğurmuş
olduğu ağalık egemenliğine ve aşar vergisi gibi ağır vergilere tabi
tutulmuştur. Zaten romanda da toprakların
ve ilişkilerin egemeni olan Salih Ağa isimli bir karakter vardır. Salih Ağa
hukuksuz ve keyfi olarak köylülerin topraklarına el koymaktadır. Bu olayda da
aslında Osmanlı hükümetinin merkezi otoritesinin zayıfladığı ve
kanunsuzlukların köylerde var olduğu sonucuna ulaşmaktayız. Zaten köylü teknik
gerilik sebebiyle zor şartlar da yaşamaktadır. Köylerde bir sağlık sistemi
kurulamamış ve romanda köylünün sağlıksızlığı vurgulanmıştır. Bu ilgisizlikten
doğan bir başka sonuç ise doktorların yerini alan şeyhlerin varlığıdır. Şeyh
Yusuf isimli bir karakter arada köye gelmekte, insanlara şifa dağıttığını iddia
etmekte ve inanç sömürüsü yoluyla köyden bir takım ürünler toplayıp
gitmektedir. Çaresiz Türk köylüsü saf ve temiz inançlarını bu insanların
sömürgesine bırakmıştır. Ahmet Celal, köylünün bu durumundan rahatsızdır ve
belkide hatayı en çok Türk aydının da bulmaktadır. Kendini köylülere ait
hissetmemektedir ancak yine de gördüğü hazin tablo karşısısında adeta aydın
kimliğiyle bir endişe duymaktadır. Bir
keresinde günlüğüne şu satırları kaydetmektedir;
“Onlar gibi olmak,
onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların
diliyle konuşmak… Haydi bunların hepsini yapayım. Fakat onlar gibi nasıl
düşünebilirim? Nasıl onlar gibi hissedebilirim?
Yaban
romanı, köylü aleyhtarlığı gerekçesiyle birçok kez eleştirilere maruz kalmıştır
ancak bu romanın vermek istediği mesajı alamayanların bir eleştirisidir,
Köylünün vaziyeti perişandır, Türk köylüsü geri kalmıştır ve ilgisiz
bırakılmıştır. Kitabın can alıcı ana mesajıda burada ortaya çıkmaktadır. Bu süreçte
Türk aydını ne yapmıştır? Neden köylüler bu hale gelirken hiçbir ses
çıkarmamışlardır? Çünkü yine Ahmet Celal
şu satırları kaydetmektedir;
“Bunun sebebi, Türk
aydını gene, sensin! Bu viran ülke ve bu yoksul insan kitlesi için ne yaptın?
Yıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne
attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun”
“Anadolu halkının
bir ruhu vardı; nüfuz edemedin. Bir kafası vardır; aydınlatamadın. Bir vücudu
vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin. Onu,
hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı
toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi elinde orak,
buraya hasada gelmişsin! Ne ektin ki, ne biçeceksin?
Yaban
romanı, gerçek bir aydının ne yapması ve nasıl olması gerektiğiyle ilgili
olarak önemli mesajlar taşımaktadır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun; Balzac ve
Emile Zola gibi yazarlardan esinlenerek yazmış olduğu bu roman, tarihi
değerlendirirken aslında nasıl noktalar üzerinde durulması gerektiğiyle ilgili
ders niteliğinde argümanlar üretmektedir.
SANAT TARİHİ BÖLÜMÜ
Yorumlar
Yorum Gönder